Bu nihai ortak çeviri çalışmasından evvel belli kısımlarını ara ara çevirip paylaştığımız 1973'te Christian Bussy'nin Rumen filozof, deneme yazarı Emil Michel Cioran ile gerçekleştirdiği röportaj kaydını, nihayet bu tam versiyonuyla, 32 dakikalık kesintisiz haliyle, Türkçe altyazılı yayınladık. İşte Rumen filozof, yazar Emil Cioran'ın yaşam, dostluk, arkadaşlık, ölüm, intihar, müzik, Bach, Dostoyevski, saplantı, doğum dramı, kinizm, edebiyat, felsefe ve din hakkındaki düşünceleri. Altyazı videonun direkt olarak içinde olduğundan, bu sefer altyazıyı açmayı unutmayın dememe de gerek yok. O halde iyi seyirler.
Çevirenler: Mehmet
Gündoğdu (@avuntusaati), @a_ortacara, Ümid Gurbanov (@umidgurbanov)
Türkçe Altyazılı
Videosu
YouTube'dan
izlemek için buraya tıklayın.
C.B:
Birazdan Cioran’la buluşacağız. Tam bir münzevi, kendini büsbütün düşüncelerine
adamış biri. Kader üzerine düşünür ama onunla alıp veremediği yoktur. Cioran
Romanya doğumlu, fakat bugün artık vatansız. Birkaç gün sonra 63 yaşına
basacak. 1937’den beri Paris’te yaşıyor. O tarihte Sorbonne’a bir tez yazmak
için geldi. Bugünse hâlâ tez konusunu bulamadığını söylüyor. Cioran 1947’de
Fransızca yazmaya karar verir. O günden bu yana altı kitap kaleme aldı.
Kitaplarının isimleri düşüncesinin sözümona nihilist karakterini yansıtıyor.
1949, Çürümenin Kitabı. 1952, Burukluk. 1956, Var Olma Eğilimi. 1960, Tarih ve
Ütopya. 1963, Zamana Düşüş. 1969, Yeni Tanrılar. Kitapları birçok dile
çevrildi. Dünyanın dört bir yanından okuyucusu var. Esasında, düşünceleri bir
hayli güncel. Bir bakıma çağımızın endişesini gözler önüne seriyor. Bir
rastlantı eseri -burada anlatması epey bir zaman alır- Cioran bizimle görüşmeyi
memnuniyetle kabul etti. Önemli ve dikkate şayan bir olay bu. Bu vesileyle
Cioran ilk defa basına konuşup düşüncelerini dile getiriyor. Son olarak onun o
Fransız Rumen karışımı aksanına ve konuşma hızına ısınmanız için sizden
Cioran’ın ilk sözlerine bir parça dikkat kesilmenizi rica ediyorum. Birkaç
saniyenin ardından eminim ki konuşmasını kolaylıkla takip edebileceksiniz.
C.B.: Ne zamandan
beri bir kadere sahip olmamayı istediniz?
E.M.C.: Kader mi? Esasında buraya geldiğimden
beri istemedim. Her zaman burada, Latin Mahallesi’nde yaşadım. Bir öğrenci
olarak… Sanırım 1950 yılına kadar öğrenci olarak yaşadım. Sorbonne Üniversitesine
kaydımı yaptırdım ve orada bir öğrenci olarak yaşamımı sürdürdüm. Tamamen basit
bir öğrenci, 1950’de beni çağırdılar ve dediler ki: “Bak, 40 yaşına geldin.
Buraya kadar. Artık kantinde yiyemezsin.” Falan filan. Benim için yıkıcı bir
darbeydi. Üniversitede bir parazit olarak yaşıyordum, hatta üniversite ile
ortak tek bir noktam bile yoktu. Bu mesele benim için can alıcı önemdeydi zira
maddi açıdan feci bir darbeydi. O zaman “bak” dediler, “yaş sınırını 27’ye
indirdik. Kantine girme yaşını,” falan filan. Buna devam edebilseydim yaşam
gayemi gerçekleştirmiş olacaktım, bütün o maddi imkânlar sayesinde ölünceye dek
öğrenciliği sürdürecektim.
C.B.: 1937’de
geldiğinizde takdir ettiğiniz kimselerle tanışmaya çalıştınız mı?
E.M.C.: Kesinlikle hayır, hiç uğraşmadım.
Şöyle diyeyim, ilk kitabımı yayımlayana kadar Paris’te hiçbir yazarla tanışıp
etmedim, yani 1949’a kadar. Öncesinde tanıdığım kimseler vardı ama bir yazarla,
filozofla, entelektüelle tanışmam gerektiği aklımın ucundan geçmedi, ben hep
bunların uzağında yaşadım.
C.B.: Gelgelelim
kitabınızın yayımlanmasıyla bu mâniayı aştınız mı?
E.M.C.: Demeliyim ki bir anlamda arayı
kapatmaya çabaladım, birkaç yıl boyunca hani züppece bir yaşam sürmedim ama
kokteyllere gidip geldim. 1950’den 1953-54’e kadar bir sürü insanla tanıştım,
sürekli dışarı çıkıyordum. Nihayetinde de usandım. Ama esasında oldum olası
toplumun ötesinde yaşadım. Yani… Her şeyin ötesinde. Toplumun dışındaydım ve bu
benim hayata bakışıma ve şahsi zevklerime uygun düşüyordu.
C.B.: Bütün
bunlara rağmen, niçin 1949'da bir kitap yazmaya karar verdiniz ki? Yoksa bir
anlamda, topluma dahil olmak için miydi tüm bu çaba?
E.M.C.: Yok. Neler olduğunu anlatayım size. 1947
yılında, Dieppe civarında bir gezintideydim, işte o sıralarda da büyük bir
keyifle Mallarmé'yi Rumence'ye çevirmeye çalışıyordum, sonra dedim ki: Bu
saçmalıktan öte bir şey değil, çünkü Romanya'ya geri dönmeyeceğim ki artık. Hem,
Mallarmé'yi de kimsenin bilmediği bir dile çevirmenin ne faydası vardı ki
şimdi? Her şeyi bir kenara bıraktım, Paris'e geri döndüm ve Fransızca yazmaya
başladım. Böylelikle de bu kitap doğmuştu. Yani, ilk yayımlamış olduğum kitap
doğmuştu. İki yıl sonra gelecek olan "Çürümenin Kitabı", işte bu
şekilde doğmuş olmuştu. Ancak, bir yerlere girmek için de değildi bu. Ama,
yalnız biraz patlama içindi. Aslında, açıklamak da çok güç. Niçin yazdığımı çok
da bilmiyorum. Ama, şunu da belirtmem gerekir ki, esasında, yazdığım her şey, depresyon
zamanlarında yazılmıştır diyebilirim. Bir çeşit de terapi gibi bir şeydi. Kitaplaştırılmak
için değildi. Kitap olsun diye değillerdi.
C.B.: Paul
Valéry'ye "neden yazıyorsunuz?" sorusu sorulduğunda,
"zayıflıktan ötürü," diye yanıt vermişti. Bu sizin için de mi
geçerli?
E.M.C.: Bu, zayıflıktan da öte bir şey,
sefalet gibi bir şey. İçsel bir sefalet bu. Zayıflıktan da öte bir çöküş bu. Ve
nihayeti zaruriden öte. Ve de bağırmamak içindir, çığlık atmamak içindir bu. Ama
her hâlükârda ise, bir kitap ortaya çıksın diye değildir kesinlikle. Kitapsa
bir kaza olarak ortaya çıkıverir.
C.B.: Ve ayrıca
insanlarla rastlaşmak içindir de belki?
E.M.C.: Yok, ben öyle düşünmüyorum.
C.B.: Tanıklara yönelik
olması için mesela?
E.M.C.: Yok. Eğer bir makale yazıyorsanız,
evet, bu doğru. Örtük bir fikirle yazmalısınızdır. Birine hitap ediyorsunuzdur.
Ancak, kendiniz için bir şeyler yazdığınız zaman, işte bu anlarda, kriz diyelim
buna, başkalarını düşünmezsiniz. Şunu da diyebilirim ki, aslında, benim için,
yazma eylemi bir çeşit diyalogdur.
C.B.: Kendinizle
mi?
E.M.C.: Kendimle değil. Tanrı ile olan
diyelim. İnançlı biri değilim. Mümin değilim. Ama inançsız biri de olduğum pek
söylenemez. Ve bir bakıma da, benim için, yazma eylemi, Tanrıyla buluşmaktır. Bir
yalnızın bir diğeriyle buluşmasıdır. Bir yalnızın bir başka yalnızla yüz yüze
gelmesidir. En büyük yalnızlıkla, Tanrı'nın yalnızlığıyla karşı karşıya
gelmektir. Gördüğünüz gibi, teorik olarak küçümsediğim yazma eylemini, pratikte
ise takdir ediyorum, kısacası onu en yükseğe yerleştiriyorum.
C.B.: Nihilist
olduğunuz söyleniyor? Doğru mudur yoksa yanlış mıdır bu? Nihilizm nedir?
E.M.C.: Nihilist değilim, hiçbir şey değilim. Nasıl
denir ki... Bazen nihilist damarım tutar. Yani söylemesi zor, söz gelimi
Buda’ya nihilist diyebilir miyiz? Diyemeyiz, girift bir mevzu bu. Doğrusu,
büsbütün dürüst kalarak bu soruya nasıl yanıt vereceğimi bilmiyorum. Ben su
katılmamış bir inkârcıyım. Ama benim inkârım teorik bir inkâr değil, pratik bir
inkâr. İçten gelen bir inkâr da her şeye rağmen bir iddiadır, bir patlamadır. Mesela
tokat bir inkâr mıdır? Şöyle bir tokat indirmek… Öyle değil mi?
C.B.: İddiadır
elbet.
E.M.C.: İddiadır yani. İşte benim inkârlarım
da tokat gibidir, yani birer iddiadırlar. Yine de geri çekilmiyorum,
nihilizmimden, pesimizminden ya da her neyse artık, bunlardan korktuğum yok, benim
için hiçbir önemi yok. Nihilist bir yan vardır elbet ama bunun öyle çok mühim
olduğunu sanmıyorum.
C.B.: Cioran niçin
isyancı biri?
E.M.C.: İsyancı biri değilim ki. İsyancı, bir
şeyleri düzeltmek için uğraşır, öyle değil mi? İsyancı ve militan bu şekilde
davranır. Ben militan biri de değilim. Bazı şeylere işaret ettiğim bir gerçek. Ama,
duyguyla. Bir onulmazlık hissiyle bu. Mesela, Baudelaire’nin bir isyancı
olduğunu söyleyemeyiz, öyle değil mi? Çünkü bu duyguya sahipti. Pascal da bir
isyancı değildi. O da aynı duyguya sahipti. Bu konuda, kendimi onlara yakın
hissediyorum. İsyancı olarak görmüyorum.
C.B.: Daha da
ileri gidecek olursak, peki ya umutsuz biri misiniz?
E.M.C.: Hayır, öyle de değilim. Nasıl desem…
C.B.: Sınırlamaya
çalışıyorum.
E.M.C.: Yani... Olumsuz etkileri olduğu muhakkak.
Dediğim gibi, geri çekilmiyorum. Açıkçası teorik olarak ifade edebiliyorum. Umutsuz
bir durum, çünkü hiçbir yere varmıyor. Hiçbir yere ve faydasız. Ama bunu hep
istemiştim. Bu nedenle de hiç rahatsız etmiyor. Ve ilginç bir şekilde, yaşamamı
engellemiyor. Çünkü bu durumu kabul ediyorum. Ondan kurtulmak bile istemiyorum.
Bir çıkış yolu olduğunu zannetmiyorum. Bir çıkış yolu olsaydı, onu bulmuş
olurdum. Bunun için bir neden yok, değil mi? Neticede diğer insanlardan daha
aptal değilim ki. Belki bir çıkış bulabilirdim ama böyle bir şeyin olduğunu
sanmıyorum. Bundan dolayı da bir şeyleri gözlemlemeye çabaladım. Değil mi?
C.B.: Sizin gibi
son derece katı birinin sevdiği, beğendiği şeyler, ahbaplık ettiği kimseler var
mıdır?
E.M.C.: Olmaz olur mu, pek düşkünümdür
ahbaplığa. Her zaman kıymetli ahbaplarım oldu. Ama ille de edebi çevreden
kimseler değillerdi. Söz gelimi gençliğimde en sevdiğim adam, tek kelime
yazmamıştı ve tam bir dâhiydi. Romanya’daydı kendisi, yazması yoktu ama âlem
adamdı. Diyeceksiniz ki bunu iddia eden sizsiniz. Yani elbette öyle. Bana
kalırsa insanları yaptıkları münferit eylemleri hesaba katmadan yargılamak
gerekir. İnsanlara yaptıklarına göre kıymet biçmedim asla. Her zaman ne
olduklarına baktım. Bir kimsenin yapıp ettikleri onun ne olduğunu göstermez.
Mesela birinin dikiş tutturamadığı, hiçbir şey yapmadığı söylendiğinde bunun
hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Bana kalırsa illa da bir şeyler yapması şart
değil, ama en azından “biri” olmalı. Bu anlamda hayatımda muazzam insanlar
tanıdım, edebiyattan bahis bile açmazdık ama bunun hiçbir önemi yok. İşte insan
budur. Hatta dahasını söyleyeyim, metafizik anlamda şahsi endişelerin pençesine
düşmüş bir kimseyle, diyelim ki huzursuz bir kapıcıyla yapılan sohbet, kendini
beğenmiş, mağrur bir felsefeciyle yapılan sohbetten daha ilginçtir. İşin aslı,
hayatımda türlü türlü insanlarla kurduğum ilişkilerden bir sürü şey öğrendim.
Bu anlamda, diyebilirim ki ne Romanya’da ne burada ne de başka yerde entelektüel
çevrelere öyle çok girip çıkmadım. Entelektüel çevrenin dışındaki bir sürü
insandan çok fazla şey öğrendim. Çok önemli bu. Bu yüzden, demeliyim ki
bilhassa gençliğimde birçok insanla tanıştım ve üzerimde çok büyük etkileri
oldu. Bunların hiçbiri yazar değildi, bir tanesi bile. Hayatında hiçbir şey
yapmamış bir alay insan sayarım size. Yetenekleri var mıydı yok muydu
bilmiyorum, bu konuda bir şey söyleyemem ama benden çok daha üstün olduklarını
kabul etmiştim, hakikati anlama hususunda benden çok daha ötelere varmışlardı,
benden daha ferasetli kimselerdi, bu açıdan da benden üstünlerdi ve onların
yanına gidip geldiğim için bahtiyardım, onlara çok şey borçluyum. Hiçbir şey
bırakmadılar, hiçbir şey yazmadılar ama bunun hiçbir kıymeti harbiyesi yok.
C.B.: Sizin
aracılığınızla yazmış oldular.
E.M.C.: Öyle de denebilir, evet, onlara çok
şey borçluyum. Son derece ferasetli kimselerdi. Bence feraset sahibi olma
esasında bir insanın en önemli niteliğidir, esaslı bir niteliktir. Bir şeyleri
anlamıştır artık bu kimse. Hayatta bir şeyleri gerçekten anlamış pek az insan
olduğunu fark ettim. Hiçbir şey anlamamış büyük yazarlarla karşılaşabilirsiniz,
çok yeteneklilerdir ama beş kuruş etmez insanlardır. Ama mesela yolda ya da
barda birine denk geliverirsiniz, neye uğradığınızı şaşırırsınız, derinlere
dalmış, önemli meselelerle yüz yüze gelmiş bir kimsedir bu. Şunu fark ettim ki,
işin tuhafı bu ya, dini bakımdan en ilginç kimseler entelektüel eğitimini
tamamlamamış, üniversiteye falan gitmemiş olanlar arasından çıkıyor. Bundan
dolayı bu kimselere duyduğum şükran borcunu açıkça belirtiyorum. Çok kimse yok
ama yine de birileri var. Diyebilirim ki hani neredeyse çocukluğumdan bu yana hep
bu düzeyde arkadaşlarım oldu.
C.B.: Bunun tek
istisnası Henri Michaux herhalde. Gerçi o da sizin gibi, yazar karşıtı bir
yazar.
E.M.C.: Michaux’yu çok severim, fevkalade bir
adamdır. Bu mahalleden taşındı diye çok üzülüyorum. Hemen yakınımda, Séguier
Sokağı’nda bir konakta oturuyordu. Onu şimdilerde daha az görüyorum ama harika
bir adamdır, eskiden nasılsa şimdi de öyledir, herhangi bir şeyden konuşabilir,
bundan dolayı da muhteşem bir adamdır.
C.B.: Cioran’la
Michaux’un ortak yanları nelerdi?
E.M.C.: Yani… Esasında Michaux’yu gözlemlemeyi
çok severdim, onu konuştururdum. Bazen onunla dışarı çıkardım, on beş yıl
öncesinden bahsediyorum, beni bilimsel filmler izlemeye götürürdü. Filmler pek
ilgimi çekmezdi ama Michaux’un bu filmlere neden bu kadar düşkün olduğunu
anlamaya çalışmak ilgimi çekerdi. Biyolojiyle, mineralojiyle, vesaireyle ilgili
filmlerdi. Michaux böyle şeylere düşkündü işte. Daha sonra uyuşturucu üzerine
yazdığı kitaplarda bu denli tarafsız kalmaya çabalamasının, bilimsel olmak için
bu denli özen göstermesinin sebebini anladım. Ayrıca bilimsel bir tavır
takınıyordu. Onunla bu bilimsel filmlere gide gele uyuşturucular üzerine
yazdığı kitaplarıyla bilimsel kültür arasındaki bağı gördüm. Çünkü
uyuşturucular üzerine yazdığı kitaplarında hem bir şair hem de bir bilim insanı
olarak okunabilir. Bir de Michaux’da Gandi’ye benzer bir yan var. Her işi
sonuna kadar götüren, kılı kırk yaran, yılmak bilmez bir adam. Klasik Fransız
yazarlarının tam tersi. Söz gelimi Valéry’nin, gerçi birçok ortak yanları da
vardır. Michaux ele aldığı mesele ne olursa olsun onu sonuna kadar tüketmeye
çabalar. Bu anlamda şüphe yok ki en derinlikli yazarlardan biri, ele aldığı
konuları es geçmeye çalışmaz. Edebiyat muhakkak ki bir es geçme işidir, bu
bakımdan o edebiyatın dışına çıktı.
C.B.: Michaux sizi
de gözlemeye, tüketmeye çalıştı mı?
E.M.C.: Yok, sanmıyorum. Onun hakkında bir
şeyler geldi aklıma, zamanında beni derinden etkilemişti. Gecenin ikisiydi,
birçok şeyden bahis açmıştık. Yemekten sonraydı, insanın kaderinden ve öteki
mühim meselelerden dem vurmuştuk. Derken Michaux’un sesi değişiverdi,
duygulandığını hissetim… Hani… Anlayacağınız insanın yok olması fikri içine
işlemişti. Sesi hafiften titriyordu. Bundan on beş sene öncesi falandı bu. Bu
hislenmesi hiç aklımdan çıkmadı. Çünkü o zamanlar şimdikinden çok daha
utangaçtım, şimdi bir parça daha yorgunum, daha yaşlıyım. İşte bu yüzden de insanın
yok olmasının öyle çok da kötü bir şey olduğunu düşünmüyordum. Sonra da bir tür
hayal kırıklığına kapıldığımı hatırlıyorum. İnsanın yok oluşuna niye üzülür ki
insan? Ama Michaux’nun böylesi içten, candan, insani bir tepki vermesi çok
hoşuma gitti. Harika bir adam.
C.B.: Şu anda
etrafınızda gördüğünüz şeyleri ve onca zamanın geçtiğini hesaba katarsak daha
kinik olduğunuz söylenebilir mi?
E.M.C.: Tam tersi.
C.B.: Var olma
sebepleriniz artmış olabilir mi?
E.M.C.: Yok, yok. Daha az kiniğim artık, çünkü
esasında zaman geçtikçe her şey kendisini tüketir, kinizm bile. Kinizmi aşmadım,
teorik bir tutum olarak ötesine geçmiş değilim. Ancak bizler duygusal olarak
onu aşarız. Her şey eskir. Yazdıklarımı geri almak ve “hatalıydım,
sonuçta o kadar da kötü değilmiş her şey,” demek için hiçbir sebebim yok,
hayır. Fakat ifade ettiğimiz şeylere daha az inanırız. Neden? Çünkü onlar
sizinle bağlantılarını keserler. Bu anlamda yazmak gerçekten de herkesin dediği
gibi bir çeşit kıymetsizleştirmedir. Çünkü tamamen inandığımız şeyler
onları dile getirdiğimiz an bizim için daha az anlam ifade ederler. Şimdi size bir
örnek vereyim. Bir gün intihar üzerine yazdım. İntihar üzerine bir şeyler
yazana kadar bu mesele aklımdan çıkmıyordu. Her vakit düşünüp duruyordum. Bu
meseleyi yazdıktan sonra bunu daha az düşünmeye başladığımı fark ettim. Bu
bakımdan yazmak kıymetsizleştirmektir, konuyu öldürürsünüz. Şifa verir insana…
C.B:
Başından savmaktır.
E.M.C.: Yok, öyle değil, herhangi bir konu
için böyledir bu. Diyebilirim ki ömrümde ele aldığım her konuyu, sırf onlar
hakkında konuştuğum için bir oranda öldürmüş oldum. Bundan dolayı da
bahsettiğim şu tek kelime yazmamış arkadaşlarım benden daha “halis” kimselerdi.
İçlerindeki dertleri dile getirmedikleri, açığa vurmadıkları, “kusmadıkları”
için bunları içlerinden atmamış oluyorlardı. Tüm meseleler, yani hakikaten de ele
aldığım tüm saplantılar azalıp gittiler.
C.B.: O hâlde artık
size şu soruyu sormak zorundayım. Niçin intihar etmediniz?
E.M.C.: Çünkü beni kurtaran şey, intihar fikri
oldu. İntihar fikri olmasaydı kendimi çoktan öldürmüş olurdum. Yaşamaya devam
etmemi sağlayan şey her zaman önümde böyle bir seçeneğin olduğunu bilmekti.
Sahiden de bu düşünce olmasaydı bu hayata, bir yere veya bir şeye saplanmış
olma duygusuna asla katlanamazdım. Benim için, intihar fikri, her zaman
özgürlük fikrine dayalıydı. Kendi kendime dedim ki: “İntihar fikriyle her türlü
şeye katlanabilirim çünkü her şey bana bağlı.” Demeliyim ki düşünülenin aksine
intihar fikri olumlu bir fikirdir. İnsana istek verir.
C.B.: Kaçış değil
midir?
E.M.C.: Yok, kaçış değildir. Ben intihar
fikrinden bahsediyorum, intihar saplantısından. İntihar etmekten söz etmiyorum,
intihar düşüncesinden bahsediyorum. Hristiyanlık intiharı kapı dışarı ederek psikolojik
bakımdan büyük bir hataya düşmüştür. İntihar fikrini diyorum tabii. Çok önemli
burası; hayatımdaki tüm zorlu anları bu çıkar yol fikriyle atlatabildim.
Sahiden de intihar fikrine sığınarak yaşamak şartıyla her şeye katlanabileceğimize
inanıyorum. Kendimizi öldürmemize hiç gerek yok, nihayetinde kendimizi istediğimiz
zaman öldürebiliriz. Ama esas önemli olan şey bu fikri kafada taşımaktır. Ama
Hristiyanlık bu fikri itibardan düşürerek muazzam bir sorumluluğu üsteniyor.
Eski çağlarda, bunu tarihçilerden öğreniyoruz, yani sadece tarihçilerden de
değil tabii, filozoflarda çok ilginç bir intihar tarzı varmış, artık bunun
pabucu dama atıldı, kimse artık yapmıyor bunu, nefeslerini tutarak intihar
ediyorlarmış, kendilerini boğuyorlarmış yani. Bence intihar etmenin çok zarif
bir şekli bu. Ama mesele bu değil yani, intihar etmek değil, esas olan intihar
fikridir. Bu fikri yasaklamamak gerek. Tam aksine bu fikirden yararlanmak
gerek. Demeliyim ki gençken müntehirlerin biyografilerini büyük bir iştahla
okudum. Nihayetinde de genç yaşında ölenler kahramanım olmuşlardı. Doğrusu ya,
intihara olan bu düşkünlüğümden bir hayli de fayda sağladım, çünkü bu yaşıma
kadar bu fikir sayesinde gelebildim. Bu fikir olmasa altmış yaşını hayatta
göremezdim, imkânı yok gelemezdim bu yaşa, buna inancım tam, bundan dolayı da
olumlu bir fikirdir.
C.B.: Dostoyevski'ye
yakın hissediyor musunuz?
E.M.C.: Evet. Dostoyevski'yi hep okudum. Ve
onun en çok sevdiğim yazar olduğunu düşünüyorum. Tüm karakterleri, tüm roman
kahramanları arasında en sevdiklerim Ivan Karamazov ve Stavrogin. Stavrogin'e
dair şu söz, hayatım boyunca beni hep çevrelemiştir. "İnandığı zaman,
inanmıyor." Yok, Stavrogin'in kendisinden değil. "İnandığı zaman, inandığına
inanmıyor. İnanmadığı zaman da inanmadığına inanmıyor." Kendimi hakikaten
de bu cümleyle tanıdım. Dostoyevski’nin dünyasını sevmemin asıl sebebi, nasıl
desem, yıkıma duyulan bu tutkudur. Bu yıkım tutkusu da başka bir şeye çıkar,
illa da inanca çıkmaz. Ben elbette
Dostoyevski’nin menfi kahramanlarını severim, menfi belki doğru kelime değil
burada, sırf basitleştirmek için söylüyorum.
C.B.: Neye çıkar?
E.M.C.: Çok ileri gittiklerinden kendilerini
yok ederler. Dostoyevski sahiden de sınırı zorlamıştır, bütün kahramanları bir
sınırı aşar. Her insanın aşmaması gereken bir sınır vardır. İşte
Dostoyevski’nin kahramanları o sınırı aşarlar. Hasılı Dostoyevski’deki bu
aşırılık tutkusu beni hep büyülemiştir. Hakikaten de yürekten anladığım
birileri varsa bunlar Stavrogin’le Ivan Karamazov’dur. Bir de şu “Yeraltında”ki
adam.
C.B.: Yaşamak bu
mudur?
E.M.C.: Budur. Yaşamak kendini yok etmektir,
yoksunluktan değil de, tehlikeli bir fazlalıktan dolayı. Dostoyevski’de
kendilerini yok edenler eften püften kimseler değiller, zayıf, güçsüz kimseler
değiller, taşkın, kendi sınırlarını zorlayan ve bu sınırı aşan kimseler.
C.B.: Kelimenin
esas anlamıyla bir macera mıdır bu?
E.M.C.: Kelimenin esas anlamıyla tam bir
maceradır bu. Esasında, belki de her insan kendini yok etmek için oradadır. Ancak
içleri karardığı için kendilerini yok etmezler, içleri kararmış değildir zaten,
onlar yarı tanrı gibidirler, hatta bizzat tanrıdırlar.
C.B.: Müziği
sevdiğinizi biliyorum ama niçin sevdiğinizi bilmiyorum.
E.M.C.: Her müziği sevmem ama gençliğimde
müziğin çok önemli bir yeri vardı, şimdiyse o kadar mühim değil. Ama
gençliğimde çok önemli bir unsurdu müzik. Hakikaten de Bach’a muazzam
düşkündüm. Öyle böyle değil, muazzam bir tutkuydu ve bütün tutkularım içinde
bugüne kadar hiç değişmeden gelen tek tutkum budur. Hatta diyebilirim ki
Dostoyevski’ye olan tutkum bile azaldı ama Bach’a duyduğum tutkuya halel
gelmedi. İzah edilebilir mi bu? Bu tutkuyu izah etmeye bile çalışmıyorum. Bach
diyorum, zira en sevdiğim müzisyen odur. Hani her türlü müziği de az çok
denedim. Sadece Bach’la yetinmemin sebebi bunun benim için artık bir çeşit din
olmasından dolayıdır.
C.B.: Genel olarak
sorumluluk duygusuna sahip misinizdir? Bilhassa da başkalarına karşı?
E.M.C.: Kesinlikle hayır. Hiç de sahip
olmadım. Söz gelimi, yazarken yazdıklarımın başkasına zarar vermesi ihtimalini hiç
hesaba katmam.
C.B.: Gide’nin bir
neslin mahvına sebep olduğunu söylüyorlar.
E.M.C.: Yok, yok. Benim için böyle bir sorun
yok, çünkü zaten kitaplarımı okuyan kimse yok. Yani okurumun olmaması gibi bir
koz var elimde. Bundan dolayı da sorumluluk duymama gerek yok. Zaten okusalar
da duymazdım. Bana kalırsa zaten zarar vermek için yazarız, kelimeyi yüce
anlamıyla kullanıyorum. Rahatları bozmak için yazarız. Şahsen hayatımda ne
okuduysam rahatım bozulsun diye okudum. Bana bir şekilde eziyet çektirmeyen
yazar ilgimi çekmez. Birinin size acı çektirmesi lazım. Yoksa kalkıp da
yazdığını okumanın bir âlemi yoktur. Esasında, bu sorumluluk meselesi üzerine size
daha somut bir yanıt vereyim. Şunu fark ettim ki, okurlarımın çoğu, birkaç
okurum var yani, zavallı, acınası, mutsuz kimseler. Hatta birçoğu nevrozlu
kimseler. Hâl böyle olunca yazdıklarımın bazılarını okumak, onlar için bir tür kurtuluş
gibi bir şey oldu. Bu sorumluluk meselesinin olumsuz diyebileceğimiz sonuçları,
hiç ortaya çıkmadı ve çıkmaz da. Elbette kitaplarımı herkes okusa belki de aynı
hislere kapılmazdım, ama öyle olsaydı bile sonuçta hayat böyledir, berbat bir
şeydir. Hayatı ne diye allayıp pullarlar, kötülük meselesinden ne diye
kaçınırlar anlamıyorum. Hakiki bir meseledir bu, oldum olası sorulan bir
sorudur. Tekvin ilkin kötülük meselesini ele alır. Bu meseleyi iyi hislerle gün
yüzüne çıkaramayız ya, gaddar olmayı göze almalıyız, öyle değil mi? Bilhassa
teorik açıdan, bu anlamda bir tür entelektüel gaddarlık yaptığımı kabul
ediyorum. Ama başka türlü de kötülük meselesinden bahsedemeyiz ki.
C.B.: Hayat esasında
ölümdür. Hayat hakkında sorulacak tek soruya verilecek tek cevap ölümdür.
E.M.C.: Üç aşağı beş yukarı aynı şeylerdir.
Ama ben işi daha öteye götürdüm, ölüm saplantısını da bir parça aştım. Benim
vardığım sonuca göre işin püf noktası ölüm değil de doğumdur. Esas dram ölmek
değil doğmaktır. Yine de ölümü kafaya takmayacağız demek değildir bu yani. Ama
işin püf noktası burada yatar. Böylece esasında doğmamış olmanın daha ehven
olduğu sonucuna vardım. Artık dünyadayız dünyada olmasına ama bu esas sorunun
ölmek değil de doğmak olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu anlamda Budizm bana
Hristiyanlık’tan daha derin bir din olarak görünüyor.
C.B.: Şöyle
yazmışsınız: “Ancak bir canavar şeyleri olduğu gibi görme lüksünü kendinde
bulabilir.” Sizde de canavarca bir taraf var mıdır?
E.M.C.: Vardır elbette, çünkü hakikaten de
şeyleri olduğu gibi görmenin hayatı neredeyse çekilmez hale getirdiğine
inanıyorum. Bu anlamda harekete geçen bütün insanların şeyleri olduğu gibi
görmediklerinden böyle yapabildiklerini fark ettim. En azından ben kısmen de
olsa şeyleri olduğu gibi gördüğüme inandığım için harekete geçemedim. Daima
eyleme geçmenin sınırında kaldım. Peki, insanlar şeyleri gerçekten olduğu gibi
görmeyi istiyor mu? Bilmiyorum. İnsanların genel olarak bundan aciz olduklarına
inanıyorum. Bu sebeple yalnızca bir canavarın şeyleri olduğu gibi göreceği
doğru. Çünkü canavar insanlığın dışında bulunmaktadır.
C.B.: Ancak, öte
yandan, siz de şöyle yazmıştınız, ve burada bir tür "ışık" var, daima
da tırnak içinde: "Hepimiz her bir ânının mucizelerle dolu olduğu bir
cehennemin dibindeyiz."
E.M.C.: Bu cümle ile kastettiğim şey şuydu: Yaşıyor
olma gerçeği, olağanüstü bir şey. Özellikle de bir şeyleri oldukları gibi
gördüğünüzde, teorik bir düzeyde tamamıyla hor görülmüş olan bu yaşam gerçeği, pratik
bir düzeyde ise birden sıra dışı bir hale gelir. Tüm bu kanıtlara karşı yaşamak
da anbean bir tür kahramanlık haline dönüşüverir.
Röportaj esnasında
bahsi geçen Emil Michel Cioran kitapları, Çürümenin Kitabı, Burukluk, Var Olma
Eğilimi, Tarih ve Ütopya, Zamana Düşüş, Yeni Tanrılar adlı kitaplardır.
Bu röportajı ayrıca
Medyascope’ta da yayınladık. İsterseniz oradan da ulaşıp okuyabilirsiniz: https://medyascope.tv/2021/04/16/emil-cioran-ile-christian-bussynin-yaptigi-roportaj-1973-turkce-altyazili/
E-mail: avuntusaati@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder