1 Kasım 2016 Salı

Il conformista (1970) filmi hakkındaki düşüncelerim

"Ortalama bir insan olduğunuz için hiçbir şey anlamadınız. Ortalama bir insan; bir canavardır, tehlikeli bir suçludur, bir konformisttir, ırkçı, köle taciri ve politikaya ilgisiz bir kişidir." [1]
Pier Paolo Pasolini

Bertolucci'nin Novecento filminde, tam olarak umduğum tadı bulamamıştım, ancak yönetmenin daha genç bir yaşta yönettiği Il conformista'dan büyük bir lezzet aldım. Gerçi hakkını teslim etmek lazım, Novecento'da esasen kötü bir film sayılmaz.

Tipik bir orta yolcu olan, burjuvazinin bağrından kopup gelen kahramanımız (daha doğrusu anti kahramanımız) Marcello Clerici(Jean-Louis Trintignant), toplumun dönen çarklarında ezilmemek adına her şeyi yapmaya hazır, faşist bir gizli polistir. Hayatı boyunca güdülerini bastırmak için debelenen, "normal" olmayan yanlarını törpülemekle uğraşan bir toplum kurbanıdır. Çünkü içinde bulunduğu düzen baskıcıdır, çünkü düzen acımasızdır, ve bu düzende farklılıklara kesinlikle yer yoktur.


Faşist olmak; bilinçli bir tercih mi, yoksa "normal" olmak adına ödenmesi gereken bir bedel midir? Bu noktadan hareketle, Clerici'nin "faşist" olmasının bir bakıma tesadüfi olduğuna kanaat getirmek mümkündür. Çünkü onun faşizm gibi bir ülküsü yoktur, hatta faşizm bir kenara, onun neredeyse hiç bir konu hakkında kendine has bir düşüncesi bile yoktur, bu yüzden kahramanımız bir konformisttir, mevcut düzen her ne olursa olsun; kendini, ona uyma zorunluluğunda hisseden ve tek ideali "normal" olmak olan bir meczuptur. Biraz toplumsal baskıdan, biraz tembelliğinden ve biraz da kendi yüreksizliği yüzünden, bir faşist ve daha çarpıcısı bir konformist - oportünist olup çıkmıştır. Öyle bir toplumsal histeriye tutulmuştur ki: faşist iktidarın aleyhinde söylemleri olan eski hocası Profesör Quadri'yi(Enzo Tarascio) öldürme görevini bile başta soğukkanlıkla kabul eder.

Filmin, salt bir faşizm taşlamasının da ötesinde, genel bir toplum eleştirisi içerdiğini ve toplumun, birey üzerindeki inanılmaz etkisini derinlemesine irdelediğini belirtmek gerek. Düz bir çizgi üzerinde ilerlemeyen parçalı zaman akışı esnasında, bir sahnede, Clerici'nin çocukluk döneminde maruz kaldığı istismardan dolayı karmaşık bir kişilik geliştirdiğine şahit oluyoruz, buna bağlı olarak kilisedeki günah çıkarma sahnesinde ise, iki yüzlülüğünü artık bir kenara bırakıp, hislerini açıkça papaza itiraf etmeye karar veren Clerici, yine öteki kimseler tarafından anlaşılamaz, onu ondan çalan toplumda, sesinin işitilmediğine bir kez daha, acı bir şekilde tanık olur. Onun da diğer herkes gibi, sadece maskesini taktığı sürece toplumda bir yeri vardır. Bunu bir kez daha anlamış olur.


Karmaşık bir kişiliğe sahip olan Clerici, "normal" olmak adına basit bir burjuva kızı olan Giulia(Stefania Sandrelli) ile evlenmeye karar verir. Ve buna benzer bir dizi "doğru" ve "normal" olduğunu düşündüğü kararlar alır. Filmin sonlarına doğru ilerlerken kadın kadına tango sahnesinin hemen ardından, Clerici, dans eden insan sarmalı ortasında kalakalır, onun tüm yaşantısı, bu sahnenin anlatım gücüyle net bir şekilde simgeleşir.

+ Bu arada benim küçük kızım kabakulak, kızıl ve kızamıkçık geçirdi.
- Hepsi de çok ahlaklı hastalıklar.
+Evet ya.

Karşıt görüşlere sahip olmalarına rağmen, hocasının, ona dostça ve samimiyetle yaklaşmasından hoşnut kalan Clerici, aynı zamanda onun biseksüel olan karısı Anna'ya(Dominique Sanda) ilk görüşte aşık olur, ve onu deliler gibi arzulamasına karşın, yine güdülerini bastırma yolunu tercih eder. Clerici'ye soğuk tavırlar sergileyen Anna ise onun karısı olan Giulia'ya vurulmuştur. Sokak çocuklarının Enternasyonal marşını söyledikleri sahnede, Clerici, kendi eşi yerine Anna'ya bir menekşe alır. Clerici, Anna ile birlikte, arkasında marş söyleyen çocuklarla beraber yürüdüğü sırada, karmaşık duygular içindedir, bir an için faşizm ile anti faşizm arasında sıkışır kalır, bu duygu, filmin simgesel anlatımının da gücüyle, seyirci tarafından da yoğun bir şekilde hissedilir.


Faşist İtalya hükümeti tarafından, hocasını öldürmekle görevlendirilen Marcello'yu, ne Anna'ya olan ilgisi ne de hocasının hatırası, bunu yapmaktan tam olarak alıkoyabilir. Ama yine de o bir korkak olduğundan bu işi kendisi yapamaz, fakat yardımcılarının bunu yapmasına da engel olma yürekliliğini de göstermez; yardımcısı Manganiello ise ondan daha inançlı bir faşist olduğundan, görevi Marcello'dan devralır, Profesör ve Anna'yı öldürür.

Diktatör Mussolin'nin iktidarının sona erdiği ilan edildiği sırada, Marcello, faşist bir arkadaşını satar. Ve bir başka düzenin, adamı olmak üzere yola koyulur; maalesef takındığı maskesi (persona) sonunda neredeyse tüm kişiliğini ele geçirmiştir. Bir o yana bir bu yana savrulan, sert mizacının altında konformist ve oportünist bir korkağı barındıran Marcello aslında çoğunluğun sesidir ya da çoğunluğun sessizliği.

Filmin sonlarında, Marcello'nun küçük kızı,  yeşil elmalarla dolu olan sepetten, kırmızı olan tek elmayı seçer, bunu da ileriye yönelik, bir umudun simgesi olarak değerlendirebiliriz(ilgili sahneye ait görseller [1], [2]).


Filmin görselliğine gelince, öylesine muhteşem ki; Wikipedia sayfasında belirtildiği gibi, bazen bu durum gerçekten de asıl metnin önüne geçebiliyor. Buradan filmin görüntü yönetmeni Vittorio Storaro'yu tebrik edip, böylesine ustaca bir iş çıkardığı için ayrıca kutlamak gerekiyor.

Il conformista, faşizmi, sosyo-psikolojik açıdan derinlemesine işleyen sağlam bir film: deneysel kamera açılarıyla, çarpıcı öyküsüyle, özgün kurgusu ve çarpıcı renk skalasıyla; kötülüğün sıradanlığını gözler önüne sererken, aynı zamanda muhteşem görselliğiyle de kendine hayran bırakmayı başarıyor.
10/9

Mehmet Gündoğdu
mehmetgundogdu@outlook.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder